İMÂM-I RABBÂNÎNİN "kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz"

MENKIBELERİ VE KERÂMETLERİ

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını, menkıbe ve kerâmetlerini anlatmak üzere, yetmişden ziyâde kitâb yazılmışdır. Bunların en meşhûrlarından olan (Hadarât-ül-Kuds)kitâbında meşhûr talebesi Bedreddîn Serhendî şöyle demişdir: "Onyedi sene İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hizmetde bulundum. Eğer huzûruna kavuşduğum ilk günden i'tibâren, vâki' olan keşf ve kerâmetlerini, yüksek hâllerini, makâm ve derecelerini yazsaydım, sâdece benim gördüklerim hesâba gelmezdi. Çünkü, her sâat, her ân o hazretden kerâmetler zuhûr ediyordu. Kaldı ki, hergün sâdece bir kerâmetini kaydetseydim, huzûrunda bulunduğum müddet içinde altı bin kerâmetini yazıp, kayda geçebilirdim."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Bize amel ve işlerden ihsân olunan şeylerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmak, uymak sebebiyle ihsân olundu. İşimin esâsını Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmakda bilirim." Yine buyurdu ki: "Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân ve kereminden bana öyle büyük ihsânlarda bulundu ki, bir kuru dala teveccüh ve himmet etsem bütün dünyâ ondan aydınlanır. Fekat, Allahü teâlânın rızâsı bu gibi işlerin zuhûrunda değildir. Ben de böyle şeyleri yapmak istemem."

İmâmın "kuddise sirruh" keşf ve kerâmetleri sayısızdır.  Kerâmetleri(Zübdet-ül-makâmât)ve (Hadarât-ül-Kuds) gibi onun hakkında yazılan kıymetli kitâblarda kaydedilmişdir. Teberrükenbirkaçını yazalım:

1—Birgün tâliblerden biri, İmâma bir mektûb yazıp, (Sizin bubeyân etdiğiniz makâmlar, Eshâb-ı kirâmda hâsıl olmuş mu idi, yoksa olmamış mı idi? Eğer hâsıl olmuşsa, bir def'ada mı hâsıl oldu,yoksa tedrîcen mi?) diye sordu. İmâm buyurdu ki, bu süâlin cevâbıancak sohbetde verilir. Soran kimse, huzûruna ve sohbetinegeldi. İmâm "kuddise sirruh" onun hâline teveccüh edip, kendindekibütün nisbetleri ona ihsân eyledi ve (Ne gördün?) buyurdu.Hazret-i İmâmın ayaklarına kapandı ve (Resûlullahın "sallallahüaleyhi ve sellem" bir sohbeti ile, Eshâb-ı kirâm "aleyhimürrıdvân"vilâyetin bütün makâmlarına kavuşmuşlardır.) şimdi anladım, diyearz etdi.

2—Mevlânâ Yûsüf hasta idi. Ölümü yaklaşmışdı. İmâm-ı Rabbânî,onu ziyârete geldi. Mevlânâ Yûsüf teveccüh ve himmet istedi. İmâm "kuddise sirruh", murâkabe ile meşgûl olup, onu Fenâ veBekâ makâmlarına kavuşdurdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindekibu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu temâm eyledi ve aynı ândaAllaha kavuşdu.

3 — Talebesinden ba'zısı, Gavs-ül-a'zamı, ya'nî Abdülkâdir-iGeylânîyi "kuddise sirruh" ziyâret etmeği, İmâma, arz etdiler. Susduve Gavs-ül-a'zamın "radıyallahü anhümâ" rûhuna teveccüh eyledi.Mubârek rûhu göründü ve talebelerinin büyükleri ile teşrîf eyledi. İmâmın orada bulunan talebesi, gelenleri ziyâret edip, istifâdeetdiler.

4 — Cüzzam (Mişkin) hastalığına yakalanan bir kimse, İmâmdan, şifâ için düâ istedi. Teveccüh eyledi. Cüzzam hastalığındankurtulup, tâm bir şifâ buldu.

5—Halkada dâima Kur'ân-ı kerîm okuyan bir hâfız, ağır sekldehastalandı. Herkes ümmîdi kesmişdi. İmâm-ı Rabbânî, onu himâyemaltına aldım, buyurdu. Hemen iyi oldu.

6—Seferde iken arkadaşları ve talebesi havanın boğucu sıcaklığındançok sıkıldı. Ondan, merhamet istediler. İmâm "kuddisesirruh", Allahü teâlâya ilticâ etdi. O ânda bir parça bulut göründü ve hafîfce yağmur yağdı. Sıcaklık geçdi. Toz kalmadı.

7— Muhlislerinden birkaçı, uzak bir yerde Hindûlara âid bir puthâneyi boş bulup, putları kırdılar. Putperestler, her tarafdan ellerindesilâh ve kılınçlar olduğu hâlde, etrâflarını çevirdiler. Bumuhlisler, İmâma sığınıp, yardım istediler. İmâm-ı Rabbânî "kaddesallahüteâlâ sirrehül'azîz" orada göründü ve buyurdu ki, (Hiçüzülmeyin! Size gâibden yardım geliyor). Birçok süvârî görünüp,bu azîzleri kâfirlerden korudular.

8—Talebesinden biri, sahrâda arslanla karsılaşdı. Kaçacak yeryokdu. İmâma sığınıp, imdâd diledi. İmâm, elinde baston ile göründüve o kükremiş arslana şiddet ile vurdu. Arslan kaçdı. Talebekurtuldu.

9— Çok uzak bir memleketde bulunan bir azîz İmâmın medhini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evindemüsâfir kaldı. İmâmdan istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neş'eli olduğunusöyleyince, ev sâhibi, hazret-i İmâmı kötülemeğe ve hakkında ağza alınmayan şeyler söylemeğe başladı. O azîz, çok üzüldü.Mahcûb oldu. İmâma sığınıp kalbinden yalvardı: (Ben, yalnızAllah rızâsı için, size hizmet niyyeti ile gelmişdim. Şu şahs, benibu se'âdetden mahrûm etmek istiyor) dedi. İmâm-ı Rabbânî, tambir kızgınlıkla, yalın kılınç zâhir olup, hâllerini inkâr eden, o şahsıparça parça eyledi ve evden çıkdı. O azîz sabâhleyin mubârekhuzûrlarına kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fekat İmâm, (Gece olanı, gündüz anlatma) buyurup, setr-i kerâmet eyledi.

10— İmâmı "kuddise sirruh" inkâr edenlerden biri, İmâmıntalebesinden birini evine götürdü. Önüne yemek koyup, kendiside İmâm-ı Rabbânîyi "rahmetullahi teâlâ aleyh" kötülemeğe başladı. O talebenin cânı sıkıldı. İmâmın yanına dönmek istedi.Gayret-i ilâhiyyeden münkirin birdenbire bütün a'zâsı, birbirindenayrıldı ve bedeni parça parça oldu. Talebe korkdu. Evden dışarıçıkdı. İmâmın yanına geldi. Âdetleri üzere kapının önünde duruyordu.Talebesinin elini tutup, o münkirin evine götürdü. İçeri girdiler.Ölünün dirilmesi için Allahü teâlâya düâ eyledi. Münâcâtdabulundu. Allahü teâlâ kabûl buyurdu. Bir müddet sonra kalkdılar.Talebesine, (Ben hayâtda kaldıkça, bu olanı kimseye söyleme!)buyurdu.

11— Birgün talebesinden on kişi aynı akşam İmâmı iftârada'vet etdiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı ânda, hepsininevinde hâzır bulunup, iftâr etdiler.

12— Birgün buyurdu ki, Kâ'be-i mu'azzamayı tavâf arzûm okadar ziyâdeleşdi ki, yerimde duramaz oldum. Allahü teâlânın lutfü ile, bu şevk ve iştiyâk câzibesinde, Kâ'be-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavâf ile şereflendim.

13— İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birâderi Sürûnç beldesinde idi. Ona bir mektûb yazıp huzûruna gelmesini istemişdi. Bu mektûbu götürmek için beni vazîfelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için düâ edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki: "Yolda "Kureyş sûresini" çok oku ki, tehlükelerden korunasın. Şayet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hâtırla!" Gitmek üzere yola çıkdım. Yanımda iki kişi dahâ vardı. Sürûnça iki menzil yolumuz kalmışdı. Fekat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gitdim. Abdest tazeledim ve abdest aldıktan sonra iki rek'at nemâz kılmak üzere nemâza duracakdım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; "Bir müşkil ile karşılaşırsan bizi hâtırla" emri hâtırıma geldi. Kendi kendime; "Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!" dedim. Dahâ ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi. Bana saldırmak üzere olan arslana benden uzaklaşması için eliyle işâret etdi. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitdi. Bu hâdiseyi yanımda bulunan arkadaşlarım da gördü. Bana; "Böyle bir ânda imdâdına yetişen bu büyük zât kimdir?" dediler. Ben de; "İmâm-ı Rabbânî hazretleridir" dedim. Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok sevenlerden oldular."

14— (Hadarât-ül-Kuds)kitâbının müellifi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmetlerini yazarken, amcası Şeyh Muhammedden naklen şöyle anlatmışdır: "İsfehândan dönmekde olduğumuz bir yolculukda atımdan heybem düşmüşdü. Farkına varınca, atımı kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldım. Şuraya da bakayım, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zemân geçdi. Kâfile gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldım. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordum. Yolumu kaybetdim. Şaşkın, perîşan bir hâlde, çaresizlik içinde ağlayarak her tarafa koşuyordum. Fekat kâfileden bir eser göremiyordum. Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım diye düşünüyordum. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldım. Tam bir yalvarışla düâ edip, hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin imdâdıma yetişmesini istedim. Ben böyle düâ ederken, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir at üzerinde karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp durdu ve; "Elini ver" buyurarak elimden tutup beni atın terkisine bindirdi. Sonra atı sür'atle sürüp aradığım kâfileye yaklaşdı. Ben kâfileyi uzakdan görünce beni atdan indirip! "Haydi git" buyurdu. Kâfileye ulaşdım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözden kayboldu, bir dahâ göremedim."

15—Serhend kâdîlarından birinin oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerinden idi. Bu genç bir def'asında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabîbler hastalığına bir ilâc bulamadılar. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûb yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıkdan kurtulması için düâ istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna cevâb yazıp; "Biz seni himâyemize aldık, bu hastalıkdan kurtulacaksın. Hâtırını hoş tut" buyurdu. O genç İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teveccühü ve düâsı bereketiyle, hastalıkdan kurtulup sıhhate kavuşdu. Sonra tekrâr sohbetine devâmetmeğe başladı. Bu hastalıkdan kurtuldukdan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirirdi.

16—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri şöyle anlatmışdır: "Küçüklüğümde Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip hâfız olmuştum. Dahâ sonra Serhend'den İlâhâbâda gitdim. Zemânla işe dalıp ezberimi unutdum. Bende hâfızlık kalmadı. Böylece aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim olan Serhende döndüm. Bu sırada Ramezân-ı şerîf ayı idi. Serhende geldiğimde, İmâm-ı Rabbânî hazretleriyle görüşünce bana; "Hâfız! Terâvîh, nemâzını, hatm ile kıldır!" buyurdu. Kur'ân-ı kerîmin ezberimde kalmadığını, hâfızlığımı kaybetdiğimi söyledim. Fekat; "Okuyacaksın!" buyurdu. Üç def'a hâlimi arzedip; "Bende hâfızlık kalmadı" dedimse de kabûl etmediler. Çâresiz emre uydum. Terâvîhnemâzını kıldırmak üzere İmâm oldum. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unutmuş olduğum hâlde ilk gün yirmibir cüz'ü ezberden okumak sûretiyle terâvîh kıldırdım. İmâm-ı Rabbânî hazretleri kıyâmda dinledi. Diğer cemâ'at uzun müddet kıyâmda durmağa güç yetiremedi. İkinci gün terâvîhde hatmi temâmladım. Bende hâfızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bereketi ile idi."

17—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Muhammed Türâb şöyle anlatmışdır: "Kardeşim ağır bir hastalığa yakalanmışdı. Hastalığı o derece şiddetli idi ki, artık kurtulma ümmîdi kalmamış gibiydi. Hattâ kefeni bile hâzırlanmışdı. Bu hâlde iken birgün İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir sığır ve bir mikdar da para hediyye etmeğe nezr etmişdi. Ertesi gün birdenbire ayağa kalkıp; "Ben iyileşdim" dedi. Bu hâlini görenler, bu delirdi mi? nasıl olur dediler. Sonra ona çorba içirdiler. Gerçekten ağır hastalıkdan kurtulmuş, sıhhate kavuşmuşdu. Sonra bize o gece seher vaktinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü'yâda gördüğünü ve elinden tutup; "Sen sıhhate kavuşacaksın üzülme!" buyurduğunu ve böylece sıhhate kavuşduğunu söyledi.

18—Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri, talebelerinden Şeyh Müzzemmil hakkında şöyle buyurdu: "Görünüyor ki, şeyh Müzzemmil şu ânda korkunç hâlde! Bir kuyuya düşmüş durumdadır! Öyle bir hâlde ki çıkmak için elini ayağını oynatamıyor!" Şeyh Müzzemmil, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski ve meşhûr talebelerinden idi. Dağda dolaşdığı bir sırada, âniden ayağı kayıp derin bir kuyuya düşmüşdü. Kuyunun derinliğinde elini ayağını oynatamadığı için çıkamıyordu. Çâresiz kuyunun içinde kalakalmışdı. O bu hâlde iken, bir köylü hâlini farkedip hemen koşup, on kişilik bir gruba haber verdi. Bunun üzerine hemen gelip Şeyh Müzzemmili, düşdüğü kuyudan çıkardılar.

19—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahdın hocası olan Mîrek Şeyh şöyle anlatmışdır: "Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenlerden değildim. Çünki, onun hakkında; "Kendini Hazret-i Ebû Bekrden üstün görüyor" diye bir iftirâ yayılmışdı. Bu sıralarda Hindistâna gitmişdim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaşdım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir insandı. Fekat bu def'a karşılaşdığımda onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sâhibi gördüm. Yüzünde bir nûr vardı. "Sen böyle değildin, bu hâl nedir?" dedim. Dedi ki; "Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetine ve sohbetine girdim, devâmlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu ni'mete kayuşdum." Bunun üzerine ben ona; "Senin bahsetdiğin zât kendinin Hazret-i Ebû Bekrden üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin te'sîr ve fâidesi nasıl olur?" dedim. O arkadaşım ben böyle deyince; "Asla! Binlerce asla! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryüzünün kutbudur. Eğer sen onu görmüş ve sohbetine kavuşmuş olsaydın, onun hakkında söylenilen bu iftirânın asılsız olduğunu anlardın" dedi. Fekat bendeki şübhenin çokluğu sebebiyle; "Görmek istemiyorum" dedim. Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip onu görmem için çok ısrâretdi. Mutlaka görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrâr üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitmeğe karâr verip, kendi kendime; "Eğer şu üç şeyden bahsedip beni iknâ ederse, ben de onu sevenlerden olurum" dedim. Birincisi; kendini Hazret-i Ebû Bekrden üstün görüyor diye söylenilen iftirâya cevâb vermesi, hemen bu mevzûu açıp, bu husûsda benim şübhelerimi giderip, tam iknâ etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de; Hâce Hâvend Mahmûddan bahsetmesi idi. Bu karârdan sonra beni götürmek isteyen ve bu husûsda çok ısrâr eden arkadaşımla berâber, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitdik. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini dahâ uzakdan görür görmez bütün a'zâlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaşdım. Oturmamıza izn verdi. Oturdukdan sonra yastığının altından bir mektûb çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektûbu okuyup öyle bir izâh yapdı ki, hakkında yapılan ve kendini Hazret-i Ebû Bekrden üstün görüyor diyenlerin iftirâlarına cevâb verip açıkladı. Benim bu husûsda artık hiç şübhem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci mes'eleye geçip; "Mevlânâ Mîrek! Senin baban şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdâdının şerefi şöyledir" diyerek medh etdi. Sonra ayrılmak üzere kalktığımızda vedâ ederken hâtırıma, üçüncü süâlim olan mes'eleden, Hâce Hâvend Mahmûddan bahsetmedi diye geçdi. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; "Hâce Hâvend bizim Pîr-zâdemizdir ve cezbe sâhibidir" buyurdu. Bir sohbetinde bu üç kerâmetini gördüm."

20—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretleri; herkese, önce kendisi selâm verirdi. Birgün hâtırımdan; "Bu gün huzûruna gidip önce ben selâm vereyim" diye geçdi. Bu niyyetle gitdim. Evlerine varınca kalabalık bir cemâ'at arasında yaklaşdım, öyle oldu ki, birkaç adım dahâ atsam hocamla karşı karşıya gelecekdim. Fekat henüz o beni, ben de onu görememişdim. Tam bu sırada cemâ'atin arasından ismimi söyleyerek; "Selâmün aleyküm yâ filân!" dedi. Çâresiz hemen huzûruna çıkıp, "Ve aleykümüsselâm" dedim. Sonra; "Niyyetim önce selâm vermek idi" diye arz etdim. Tebessüm etdi."

21—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nakletmişdir: "Acînde idim, bir grup tüccâr da yanımda idi. Bu tüccârlar arasında Cân Muhammed adında Celenderden bir zât da bulunuyordu. Onunla aramızda bir dostluk kurmuşduk. Birgün birisi bana, sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini habs etdiğini söylediğinden çok üzüntülü idim. Cân Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin habs edildiğini duyduğum için, çok üzüntülü olduğumu söyledim. Cân Muhammed bana; "Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim" dedi. Sonra gidip kaylûle yapdı, ya'nî öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rü'yâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; "İşitdiğiniz haber doğrudur. Fekat ba'zı makâmları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfatı ile terbiye edilmeğe bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı, o makâmları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur" buyurduğunu söyledi.

22—Yine Cân Muhammed Celenderî,Acînde görüşdüğü o seyyid zâta, şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yanında talebe iken, birgün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; "Sana bir iş söylesem yapar mısın?" buyurdu. "Cânım fedâ olsun yapmaz olur muyum!" dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir kâğıt verdi ve buyurdu ki: "Hâfız Rahnenin bahçesine git, orada bir grup dervîş oturmakdadır. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir dervîşin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervîşin yanına git, ona bizim düâetdiğimizi söyle. Bu kâğıdı ona ver ve buraya gelmesini söyle." Emri üzerine derhâl söylediği yere gitdim. Söylediği gibi dervîşlerden bir cemâ'at ve bu cemâ'atden biraz geride oturan güzel yüzlü bir dervîş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez bana; "Seni İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi gönderdi?" dedi. Evet deyip elimdeki kâğıdı ona verdim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin düâ etdiğini ve çağırdığını söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.

23—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna girdiğimizde bir köşede oturuyordu. Çağırıp geldiğim zât da başka yere oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak dergâhdaki kahve pişirilen yere gitdim. Kahveyi alıp getirdim. Önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine takdîm etdim. "Ona götür" buyurarak gelen müsâfire götürmemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sûretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp bakdım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yerinde oturuyordu! Huzûruna çağırıp geldiğim o dervîş, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden beni sordu. O da; "Bu Celenderdendir. İsmi, Cân Muhammeddir" dedi. Bunun üzerine o dervîş; "Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarîkatda yetiştiriyorsunuz?" deyince; "Kâdiriyye silsilesinden" buyurdu. Bunun üzerine o zât; "Allahü teâlâya hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkâdir-i Geylânîye kavuşdururuz" dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri dışarı çıkmak üzere kalkdı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hâzırladım. Dışarı çıktığında bana kutb yıldızını göstererek; "Cân Muhammed! Kutb yıldızını biliyor musun? Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!" buyurdu. Dikkatli baktım, kutb yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zât çıkdı ve ok gibi bir ânda yanımıza geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana buyurdu ki: "Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i Geylânîdir! Ona intisâb et, bağlan." Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaşdım, benim kendisine intisâbımı (talebeliğimi) kabûl etdi. Sonra tekrâr kutb yıldızına doğru gidip, yıldızda kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri, abdest aldıkdan sonra mescîde girdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni göndererek çağırdığı dervîş de yanımda idi.

Bana; "Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördün mü?" dedi. Ben de "Evet" dedim."Bu hâdiseyi Cân Muhammed Celenderîden nakl eden seyyid zât şöyle anlatır. "Ben bunları Cân Muhammed Celenderîden dinledikden sonra ona dedim ki: "Bu kadar kıymetli şeylere kavuşdukdan sonra neden ticârete dalıp da dergâhdan uzak kaldın?" O da bana; "Acâib bir hikâyedir. Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip, beni götürmek istediler. "Buna müsâade et, biz bunu kethüda (ticâret reîsi) yapacağız" diye ısrâr etdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; "Git kethüda ol" buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrâr gelip, ısrârla beni istediler. "Git" buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabâlarım kalabalık bir hâlde tekrâr geldiler, beni götürmek için ısrâretdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hâlden râhatsız oldu. Birgün birşey yiyordu. Kendi ağzındân yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişdi. Dünyâ işlerini düşünür hâle dönmüşdüm. Çâresiz beni götürmek için gelip ısrâr eden akrabâlarımla bu sefer gitdim. Ticârete başlayıp, kethüda oldum. Bundan sonra ticâretle uğraşdım. Fekat hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zemân buraya gelsem, ziyâret edip görüşürüm, sohbetinde bulunurum" dedi."

24—Yine Cân Muhammed Celenderî şöyle anlatmışdır: "Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin çok hizmetinde bulundum. Her ne zemân mubârek yüzünü görsem, alnında ve iki yanağında Allahü teâlânın ismini, "Allah" yazılı olduğunu açıkça görürdüm."

25—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek talebelerinden biri şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretleri nemâzlarda devâmlı İmâm olur, nemâzı kıldırırdı. Ben bir def'asında huzûrunda iken,acabâdevâmlı İmâm olmalarının hikmeti nedir diye düşünüp merâketdim. Ben böyle düşündüğüm sırada, İmâm-ı Rabbânî hazretleri birdenbire bana buyurdu ki: "Şâfi'î ve Mâlikî mezheblerinde, Fâtihasız nemâz câiz değildir. Bunun için, bu mezheblerde İmâma uyan cemâ'at Fâtiha okur. Bu husûsu gösteren sahîh hadîs-i şerîfler de vardır. İmâm-ı a'zama göre ise, cemâ'atde İmâmın Fâtihayı okuması,cemâ'at için de kâfidir. İmâma uyan cemâ'atin, Fâtiha okumasını câiz görmemişdir. Hanefî mezhebi fukahâsının cumhûru, çoğu böyle buyurmuşdur. Ancak Hanefî mezhebinde okumanın câiz olduğuna dâir ba'zı rivâyetler de vardır. Bunun için de,nemâzlarda imâm olmak sûretiyle, mezheblerin hepsinin hükmüne uymakdayım."

26—Serhend şehrinin Cîtbûr kasabası kumandanlarından biri, isyân edenlerin üzerine yürümeği, onlarla savaşmağı düşündü. O civârda bulunan âlimlerden bir zâta, bu husûsda istihâre etmesini söyledi. O zât da; "Gâlib geleceksiniz, muhakkak gidiniz" dedi. Bu kumandan, o zâtın işâreti gereğince savaşmak üzere yola çıkdı. Fekat zafer kazanacaksın diyen zât, keşfinde tereddüt edip, ihtiyât olsun diye, durumu bir de İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sormak için bir mektûb yazdı. Mektûbunda dedi ki: "Ben bu husûsda kendisine gâlib geleceksin diye müjde verdim. Acabâ hazretiniz ne buyururlar?" İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında, "Keşfde hatânız oldu. Bize göre temâmen aksi olacak. Birşey güneş gibi meydanda açıkça görünmeyince, keşfedilmeyince hüküm vermemek lâzım" buyurdu. Fekat o kumandan çok uzağa gitdiğinden, ona yeni bir haber ulaştırılamadı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; "Keşfde hatânız oldu" buyurmasından sonra, üç dört gün geçmeden, o kumandanın, baş kaldıranlar karşısında hezimete uğrayıp perîşan olduğu ve geri döndüğü haberi geldi.

27—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmışdır: "Bir def'asında şiddetli bir sıtma hastalığına tutulmuşdum. Uzun müddet bu hastalıkdan kurtulamadım. İyice bitkin ve zaif düşdüm. Artık hastalığım o dereceye gelmişdi ki, yakınlarım hayâtımdan ümmîdi kesip, ölürken yanında bulunalım diye geceleri başımda duruyorlardı. Ben bu hâlde iken, hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hâtırlayıp, onun bereketi ile hastalıkdan kurtulmam için düâetdim. Hastalığımın şiddetlendiği bir sırada geceleyin, üzerinde boydan boya bembeyaz elbise olan ve yüzü kapalı bir zât karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp; "Bu ridâyı (örtüyü), Peygamberimiz server-i kâinât  aleyhissalâtü vesselâm,

İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fârûkî Nakşibendî hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de sana gönderdi. Ben bunu sana giydirmek için geldim! Bunun bereketiyle sen hastalıkdan kurtulup, sıhhate kavuşacaksın!" dedi. Sonra o ridâyı başımdan ayağıma kadar örtdü. Bu sırada ayaklarımdan bir soğuma başladı. Bu soğukluk başıma kadar ulaşdı. Hastalıkdan kurtuldum. Yanımda bulunan kız kardeşim, ayaklarımın soğuduğunu farkedince, artık benim ölmek üzere olduğumu zan ederek, ağlayıp feryâd etmeğe başladı. Ben onun feryâdından râhatsız olup; "Üzülme, ben iyileşdim" dedim. Sonra çorba isteyip içdim. Tam bir sıhhate kavuşdum. Hattâ o gün kalkıp, sabâhnemâzını ayakda kıldım.

28—Yine bu talebesi şöyle anlatmışdır: "Birgün bir arkadaşımın evinde, arkadaşımla birlikde, içinde afyon bulunan bir yiyecek hazırlamışdık. Bundan ikimizden başka bir kimsenin haberi yokdu. Yiyeceği hazırladıktan sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nemâz kıldırdığı mescide gidip cemâ'atle nemâz kıldık. Nemâzdan sonra dönüp, hâzırladığımız içinde afyon bulunan o yiyeceği yiyecekdik. Nemâz bitdikden sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, içeri girmek üzere iken, kapının önünde durup, her ikimizi de yanına çağırdı. Huzûruna varınca bize; Cennetden, hûrîlerden, Cennetdeki köşklerden bahsedip, dünyânın lezzetlerinin geçici olduğunu, âhıret se'âdetini ve lezzetlerini kazanmak için uğraşmak lâzım olduğunu anlatdı. Sözünü bitirirken de; "O hâzırladığınız afyonlu yiyeceği yimeyiniz!" buyurdu. Bu sözü üzerine kerâmeti karşısında hayrân, şaşkın kaldık. Eve gidip hâzırladığımız afyonlu yiyeceği yemeyip, bir havuza atdık. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında ona bağlılığımız kat kat artdı."

29—Yine bu talebesi anlatmışdır: "Annem hasta idi. Sevâbını Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhuna hediyye etmek niyyetiyle bir mikdar para nezr etdim, adadım. Bu parayı alıp hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürdüm. Dağıtması için takdîm etdim. Fekat; "O senin yanında kalsın" buyurup, gayet nâzik ve güzel bir tavırla parayı kabûl etmediler. O gece rü'yâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Bana; "Ey falan! Uyan ve git annen can çekişmekdedir. Vefât ederken başında bulun!" dedi. Uykudan uyandım, gece vakti hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gitdim. Teheccüd nemâzını kılmışdı. Selâm verdim ve gördüğüm rü'yâyı anlatdım. Bir müddet başını eğip murâkabeye daldı, uzakdan teveccüh etdi. Sonra bana buyurdu ki: "Çabuk git' Annen vefât etmek üzeredir!" Ağlayarak annemin yanına koşdum. Yanına varınca nabzını yokladım. Durmak üzere idi. Biraz sonra da vefât edip Hakkın rahmetine kavuşdu."

30—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmışdır: "Din düşmânlarının ve hasedçilerinin iftirâsı üzerine Sultân Cihângîr, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini Gwaliyar kal'asına habsetmişdi. Bu günlerde büyücülerden biri bana dedi ki: "Ben Hindce ba'zı ismler biliyorum. Eğer bunları bir nemâz vaktinden diğer nemâz vaktine kadar okursan, o gün düşmân helâk olur! Bu çok tecrîbe edilmişdir." Sonra o ismleri bir kâğıda yazdı ve bana verip; "Evinin tavanındaki bir ağacın altına koy" dedi. Alıp evimin tavanındaki bir ağacın altına koydum ve; "Yarın Salı günüdür. Yarın okurum" dedim. O gece rü'yâmda hocam İmâm-ı Rabbânî âniden karşıma çıkdı. Hayret içinde parmağını ısırarak; "Bizim dostlarımızın böyle bir şey yapması çok hayret edilecek bir işdir. Sakın ha, o işi yapma, sihrdir!" dedi. Bu rü'yâdan sonra, büyücünün yazdığı o yazıları okumakdan vazgeçdim. Sonra, Sultân, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini habs etdiğine pişman olup, serbest bırakdı. Habsden çıkdıkdan sonra huzûruna gitdim. Ben evde gizlediğim o sihr yazılı kâğıdı saklıyordum. Bir def'a da olsa,düşmânın ciğerine bir ok saplamak istiyordum, ismi açmayıp, gizleyeyim diye düşündüm. Hocam İmâm-ı Rabbânî hazretleri habsden çıkınca, üç gün Serhendde kaldı. Her üç gün bu niyyetle huzûruna gitdim. Düşmâna birşey yapayım diye düşünüyordum. Üçüncü gün gitdiğimde, beni kalabalık cemâ'at arasından çağırtdı ve bana buyurdu ki: "O Hindce ismleri okuma, çünkü onlar sihrlidir!" Öyle birşey olmadığını söyleyip, saklamak istedim. Bunun üzerine; "Bana niye böyle söylüyorsun? O ismleri falan sihirbâzdan öğrendin!" diyerek, o sihirbâzın ismini söyledi. Sonra; "O öğrendiğin şeylerin yazılı olduğu kâğıt, evinin tavanındaki bir ağaç arasındadır. Her ne kadar sihr te'sîr ederse de,sihr yapmak harâmdır! Şimdi git, o sihr yazılı kâğıdı yırt!" buyurdu. Ben başımı önüme eğdim. Sonra bana; "O işi yapmayacağına ve sihr yazılı kâğıdı yırtacağına dâir söz ver" buyurdu. Elimi tutup eliyle vurdu. Ben bu kerâmeti karşısında hayret etdim. Çünkü, yapacağım o işi hiç kimse bilmiyordu. Hemen eve gidip üzerinde sihr yazılı kâğıdı, tavandaki ağacın altından çıkardım ve yırtarak parça parça edip atdım."

31—İmâm-ı Rabbânî hazretlerini seven bir vâlî vardı. Birgün o Vâlîye bir haber gönderip, bulunduğu yerden uzaklaşmasını,yoksa başına büyük bir belâ geleceğini bildirdi. Fekat o Vâlî bu tavsiyeye uymadı. Netîcede pâdişâhın kızgınlığına uğrayıp cezalandırıldı. Başına başka belâlar da geldi.

32—İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı bir tüccâr, birgün huzûruna gelip; "Gençliğim geçdi, ihtiyârladım, ömrüm geçmek üzere, beni arkamdan anacak, bana düâ edecek bir evlâdım olmadı!" diyerek, bu husûsda ısrârla teveccüh isteyip, bir evlâdı olması için düâ etmesini istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir müddet murâkabe yaptıkdan sonra; "Senin bu hanımından çocuğun olmayacak, başka bir hanım dahâ nikâhlarsan, ondan seni yâd edecek bir çocuğun olur" buyurdu. Bundan sonra o tüccârın ilk hanımı vefât etdi. Tüccâr başka bir hanımla dahâ evlendi. Bu hanımından bir oğlu, bir de kızı oldu.

33—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabâlarından biri şöyle anlatmışdır: "Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden olmağı arzû ediyordum. Fekat çeşidli mâni'ler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamışdı. Bir gece karâr verip, "Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabûl etmesini isteyeyim" diye düşündüm. O gece rü'yâmda, kendimi derin bir deniz kenârında gördüm. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise karşı sâhilde idi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; "Çabuk gel! Çabuk gel! Geç kaldın" buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim hemen zikr etmeğe başladı. Sonra uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Dahâ ben sohbetde bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?" dedim. Sabâhleyin İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rü'yâyı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arzetdim. Kalbimin zikretmeğe başladığını söyledim. Bana; "Yolumuz tam budur. Buna devâm et" buyurdu.

34—İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı olanlardan Mevlânâ Murtazâ Nâib şöyle anlatmışdır: "Askere gitdiğimde ihtiyâclarımı karşılama husûsunda sıkıntıya düşdüm. O günlerde mühim ihtiyâclar zor te'mîn ediliyordu. Oğullarım da askerde olduğundan sıkıntım artıyordu. Bu sebeble çok üzülüyordum. Bir gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yardımıma yetişmesini istiyerek, Allahü teâlâya düâetdim. O gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Elime üzerinde birşeyler yazılı olan bir kâğıt verdi. Sabâhleyin bu kâğıdı dîvâna götürüp, ihtiyâclarımdan dolayı bana yardım etmeleri için verdim, İki-üç gün içinde işim görüldü. Arzûetdiğim şeye kavuşup râhatladım. Bu işimin hemen hâl edildiğini görenler hayret edip; "Biz senelerdir askeriz, bizim mühim işlerimiz dahâ hâledilmedi, bu nasıl olur?" dediler. Bunun üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasarrufu ve bereketiyle olduğunu anlatdım. Ona karşı sevgileri ve bağlılıkları iyice artdı."

35—Yine bu zât şöyle anlatmışdır: "Babam bana vasiyyet etdi ve dedi ki: "Vefât edince, cenâzemi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürüp, beni de talebeleri arasına almasını iste. O öyle bir yolda ki, insanlar öldükden sonra da onun teveccühüne kavuşur" dedi. Babam vefât edince vasiyyeti üzerine cenâze nemâzının kılınması ve hâlini arzetmek için cenâzesini götürdüm. Durumu arzetdim. Bunun üzerine; "Yarın meclisimizde hâzır bulun" buyurdu. Ertesi gün gidip huzûruna oturdum. Bu sırada beni bir hâl kapladı. Kendimden geçip gaybet (kendimi kaybetme) hâline girdim. Bu hâlde iken, bir de gördüm ki, babam da huzûrunda oturuyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile arasında bir kişi vardı. Babam da zikrediyordu. Babamın bu hâlini görünce, Rabbime şükretdim."

36—Bu talebesi yine şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretleri Gwalyar kal'asında habs iken, birgün vefât etdiği haberi yayıldı. Çok üzülüp ağladım ve Fâtiha okudum. Üzüntüyle ağlayıp gözyaşı dökmekde olduğum gece rü'yâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Yanında birkaç dervîşle içeri girdi. Bana hitâb ederek; "Vefât etdiğime dâir yayılan haber yalandır!" buyurdu. Bunun üzerine hemen uyanıp kalkdım, yayılan haberin yanlış olduğunu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sıhhat ve afiyetde olduğunu bildirdim."

37—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Muhammed Emîn, birgün ona şöyle arzetdi: "Nevâbşîr Hâce, asîl ve şerefli bir âileye mensûb olup, babası ve dedeleri evliyâdan idi. Fekat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve harâm olan işlerle meşgûl oluyor, bunun ıslâhı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, sâlih kimselerden olurlar." Bunu arzedince İmâm-ı Rabbânî hazretleri sükût etdi. Yine aynı şey arzedilince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Ey Mevlânâ Muhammed! Nevâbşîr Hâce'nin hâline teveccüh etdim. Onu harâmlar ve günâhlar içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok teveccüh etdim, uğraşdım. Elim ona ulaşmadı. Fekat sonunda onu kendimize çekeceğiz" buyurdu. Aradan uzun zemân geçdi. Hakkında böyle buyurduğu o kimse, içki içmeği ve işlediği diğer harâmları terkedip tövbe etdi. Bundan sonra ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Bu zât bir def'asında Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişdi. Serhende dönüşünde hastalanıp vefât etdi. Oğulları onu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesi yanında bir yere defnetdiler. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; "Sonunda biz onu yanımıza çekeceğiz" buyurmasının hikmeti anlaşıldı."

38—Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri odasında yalnız otururken, talebelerinden Abdülmü'min hizmetinde bulunuyordu. Abdülmü'mine; "Ne istiyorsan iste?" buyurdu. Abdülmü'min yeni müslimân olmuş ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini tanıyıp hizmetinde bulunmakla şereflenmişdi. Dedi ki: "Her ne kadar uğraşdımsa da annemle, birâderimin müslimân olmalarını sağlayamadım! Onların müslimân olmaları için teveccüh buyurmanızı arzû ediyorum." Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Çok muhabbet, çabuk müslimân olmağa sebeb olacak" buyurdu. Aradan üç gün geçti ki o talebesinin annesi ve kardeşi, Serhende gelip müslimân olmakla şereflendiler.

39—Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri bana şöyle anlatdı: "Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri hastalanmışdı. Bu hastalığı sırasında yemek için onbir tane üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırıp; "Çok garîb bir hâl gördüm. Bu üzümleri önüme koydukları zemân, hepsinin Allahü telâlâya münâcâtetdiklerini, yalvardıklarını işitdim. Allahü teâlâ üzümlerin münâcâtını kabûl etdi ve hastalıkdan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı" buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tane yeyince hastalığı temâmen geçti. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca, o üzümleri yedirdiler ve onun da hastalığı iyileşdi."

40—Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle nakleder: "Hâller sâhibi Seyyid Rahmetullahdan işitdim. Şöyle anlatdı: "Dekken melîkinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahraya gitdik. Orada bir puthâne gördüm. Birgün senin üstâdından, "Bir müslimânın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın, veyâzarâr versin. Bu işi yapmakdan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için cihâd eden gazîler sevâbına kavuşur" diye duymuşdum. Onların bu sözlerine güvenerek arkadaşlarıma bu sahrada, bu puthâneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım dedim. Duvarlardan biraz yıkmışdık ki, bu civârda tarlalarında çalışan Hindûlardan biri, bizim puthâneyi yıkmakda olduğumuzu görmüş. Koşup, o puthânede tapınan köylülere haber vermiş. Âniden ne görelim! Bin kişiye yakın bir kalabalık, taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize doğru geliyorlar. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelîme-i şehâdet getirmeğe başladım. Bu hâlde iken, senin üstâdının kalbine müteveccih oldum ve; "Ey din büyüğü! Sizin nasîhatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allahü teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar" dedim. Bu yalvarma ve ilticâ esnâsında İmâm-ı Rabbanî'nin "kuddise sirruh"  sesi kulağıma geldi. Ve dedi ki: "Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum." Ben arkadaşlarıma; "Bana bir hâl oldu. Hazret-i İmâmın sesini duydum, İmâmın söz verdiği askerler ne zemân gelecek, bunlar yaklaşdı" dedim. Hindûlar çok yaklaşmışlardı ki, âniden otuz kırk kadar süvâri göründü. Tam bir sür'atle geldiler, bir kısmını kamçıladılar ve bizi korudular. Hepsini sürüp götürdüler. Bu iş senin büyük üstâdının tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.

41—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden biri, cüzzam hastalığına yakalandı. Dostları, onunla oturmaktdan, bir arada durmakdan, onunla sofraya oturup yemek yimekden kaçınıyorlardı. Hattâ birgün, bir toplantıda, çok sevdiği arkadaşlarından biri onunla aynı kabdan yemek yimekden açıkça çekindi. Bu zât, bundan çok kırıldı ve üzüldü. Hazret-i İmâmın dergâhına sığınıp, Allahü teâlânın izniyle teveccüh ve yardım etmesi için yalvardı. Hazret-i İmâm, şefkat ve merhametlerinin çokluğundan, kederlendi ve o hastalığın kalkması için düâetdi. O hastalığı kendine çekdi. Şöyle ki, bu hastalık o kimsenin bedeninden onun mubârek ayaklarına intikâl eyledi. Dostları bu kimsenin vücûdunda hastalıkdan eser kalmadığını gördüler. Gerçi muhlislerin ihlâsı ve akîdesi dahâ çok kuvvetlendi. Ama, bu hastalığın hazret-i İmâma geçmesinden, hepsi râhatsız, huzûrsuz olup, eleme gark oldular. Bu hastalık sebebi ile, oğullarının ve talebesinin sabırsızlığını, feryâdlarını, ağlamalarını ve korkularını görünce, kendilerinden de kaldırılması için, bir dahâdüâ edip, yalvardı. Allahü teâlânın yardımı ile, kendilerinden de kalkdı. Oğullarına ve dostlarına bunun müjdesini ulaştırdılar. O hastalığın bulunduğu a'zâlarını gösterip eser kalmadığını bildirdiler. Hepsi şükretdiler.

42—Talebelerinden biri şöyle anlatır: "İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleriyle berâber bir yolculuğa çıkmışdı. Bir kervanserâyda konakladıkları sırada, talebelerine âniden şöyle buyurdu: "Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirâyet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler herkes; (Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihî şey'ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî'ul-alîm) ve Eûzü bi-kelimâtillâhittâmmâti min şerri mâ halak) düâlarını tekrârtekrâr okusunlar. Çünkü, bu düâyı kim okursa, Allahü teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur." Bunu söyledikten sonra, iki sâat geçmeden kervanserâyın ba'zı kısımlarında yangın çıktı. Bir dürlü söndüremediler ve birçok mal yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Abdülmümin Lâhorînin de malları yandı. Ona; "Sana hiç kimse okunması îcâbeden düâları söylemedi mi?" buyurdu. Arkadaşları ona bu düâların okunması gerektiğini söylemeği unutmuşlardı."

43—Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Birgün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlatdı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüşdü. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele Hazret-i Muâviyeyi sevmezdim. Bir gece İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: "Hazret-i Muâviyeyi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekri ve hazret-i Ömeri sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezâyı vermek lâzımdır" yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. "Mektûbâtı yere atdım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rü'yâmda gördüm ki; senin o büyük üstâdın öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mubârek elleri ile kulaklarımı çekdi ve; "Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitâbımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit" buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü. Beni bahçenin kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zâtın oturmakta olduğunu gördüm. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona birşeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzakdan bana bakışlarından benden bahsetdiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın İmâm-ı Rabbanî, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zât, hazret-i Alî "radıyallahü anh"dır. İyi dinle! Bak ne buyuruyor" dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. "Sakın, sakın! Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, hiç kötüleme. Aramızda muhârebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasîhati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husûsdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü dahâ temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime dedim ki: "Bunu sevdiğim için onlara düşmânlık etmişdim. Hâlbuki kendisi onlara düşmânlığımdan bu kadar çok incinmekdedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!" Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O ânda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmişdir. O rü'yânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allahtan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânîye ve onun yazdıklarındaki ma'rifete inancım iyice artdı."

44—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden mevki sâhibi yüksek rütbeli bir subay, hazret-i İmâmın bir vezîrin yanına gitdiğini duyunca, üzüldü ve; "Dünyâlık isteyenlerin huzûruna gitmek, onlara yakışmazdı" dedi. Bunu söylerken orada, hazret-i İmâmın muhlislerinden biri vardı. O subaya; "Elbette bir müslimânın işini görmek yâhut hayırlı bir iş için gitmişlerdir, sizin bu i'tirâzınız hiç de iyi değildir" dedi. Öbürü susup, birşey söylemedi. O genç subay aynı gece rü'yâda gördü ki, gaybden bir grup insanlar geldi. Temâmen kızgın idiler. Büyük bir suç işlemiş gibi kendisini azarladılar. Birgün evvelki i'tirâzı ile işlemiş olduğu kabahati kendisine hâtırlatdılar. Sıkıca tutup dilini kesmek istediler. Çok yalvardı, özür diledi, sayısız tövbe ve istiğfâr eyledi. Diğerleri de kabûl edip vaz geçdiler. Bundan sonra görünüşde ağır gelse de, hazret-i İmâmın hiçbir işine ve sözüne i'tirâz etmedi.

45—Muhammed Hâşim-i Keşmî nakleder "Vera' ve fazîletler sâhibi, cenâb-ı Hakkın velî kulu, Hâce Abdülhak bu fakîre şöyle anlatdı: "Zemânımız âlimlerinden birinin meclisinde idim. Söz senin yüksek hocandan açılmışdı. O âlim, hazret-i İmâmı kötülemeğe başladı. Ben o âlime dedim ki: "Bu fakîr, bu azîzin sohbetinde bulundum. Aynı zemânda çok evliyâ da gördüm. Onlarda gördüğüm yüksek hâlleri, eşsiz ma'rifetleri ve dînimize bu derece bağlılığı, diğerlerinde göremedim. Biliyorum ki, bu büyükler Allah adamlarıdır." O âlim, bir takım mes'eleler ortaya atdı. Uzun müddet konuştuktan sonra, kendisine dedim ki "İşte Kur'ân-ı kerîm! Hadi, ikimiz de abdest tazeleyip, ikişer rek'at nemâz kılalım. Tam bir niyyet ve ihtiyâc ile Kur'ân-ı kerîmi açalım. Açtığımız sahîfenin ilk kelâmını bu zâtın hâline işâret tutalım ve münâkaşaya böylece son verelim." Sözümü kabûl etdi. İkimiz de ikişer rek'at nemâz kıldık. Kur'ân-ı kerîmi o âlim eline aldı. Tam bir arzû ve iştiyâkla sahîfeyi açdı. Kur'ân-ı kerîmden açtığı sahîfenin başında meâlen; "Öyle insanlar vardır ki, ticâret ve alış-veriş onlara Allahın zikrini (Allahı hâtırlamağı) unutturmaz" (Nûr-37) buyurulan âyet-i kerîme çıkdı. O âlim hayret etdi ve söylediklerine pişmân oldu. Ben de şükretdim. Onların bu kerâmetlerini gördüğüm için, onlara bağlılığım dahâ çok artdı."

46—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır: Bir tüccâr İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin komşularından birinin malını çaldı. Mal sâhibi ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabasından bir genci hırsızlıkla ithâm etdi. O genç, hakaret ve dayak korkusundan kaçıp gitdi. Serhend nöbetçisi bunu duyunca hazret-i İmâmı çağırdı. İşinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek îcâbetmediğini bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden birisi ile, yaya olarak oraya gitdi. O edebsiz nöbetçi onların şânına yakışmayan çok alçak sözler söyledi. Hazret-i İmâm ise gayet yumuşak cevâblar verdi. Bu esnada Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye; "Kimi ayağına çağırdığını biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar elbette kısa zemânda cezâsını görür" dedi. Nöbetçi onları bırakdı. Aradan birgün geçmeden bu edebsiz nöbetçi, semtinde bulunan büyük bir kalabalıkla münâkaşa etdi. İş kavgaya döküldü. O nöbetçi, oğullarından ve akrabasından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve evin damına çıktı. O evde de harb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya âniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi, bütün oğlu ve akrabası ile havaya uçdu. Cesedleri bile görülmedi. Böylece Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezâsını canıyla ödedi. Beyt:

 

Yalnız kendine değil, edebsizin zarârı,
Onun ateşi sarar, hattâ bütün âfâkı.

47—Zemânın sultânı, haksızlık yapan kumandanlardan birinin oğlunu, tam bir kızgınlıkla Lâhora çağırdı. Sultânın kızgınlığının çokluğunu görenler, gelir gelmez, onu fillerin ayakları altına atdırıp ezdirecek diye düşündüler. Kumandanın oğlu da böyle düşünmüştü ve çok korkmuştu. Serhend şehrine gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini o zemâna kadar görmediği hâlde, ona inanması ve ma'nevî bağlılığı sebebi ile, huzûrlarına gelip kendisini koruması için yalvardı. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; "Hiç korkma! Allahın izni ile sana hiçbir kötülük ve eziyyet yapılmayacak, hattâ sultân sana lütfedip muhabbet ve hürmet gösterecek" buyurdu. Eleminin ve ızdırâbının çokluğundan onlara; "Size bağlı olan bu muhlisiniz hakkında buyurduklarınızı, kalem ile bir kâğıda yazsanız ve o yazıyı bu garîbe verseniz, hiç sıkıntım kalmazdı efendim" diye arzetdi. Bu husûstaki ısrârının fazlalığı üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri tebessüm edip şöyle yazdı: "Filân kimse, sultânın gadabından, kızgınlığından kurtulmak için bu fakîre sığındı. Bu fakîr onu himâye kanatlarımın altına aldım. Helâk olmaktan kurtuldu." Bu kâğıdı alıp huzûrundan ayrıldı. Epey bir zemân sonra, birisi haber getirip; bu şahsa sultânın eziyyetetdiğini zindâna atdığını söyledi. Bu haber İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, tebessüm etdi ve: "Sabâh güneşi kadar açık olarak görüyorum ki, o şahıs sultândan şefkat ve inâyet görmekdedir. Söylenenler doğru değildir" buyurdu. İki üç gün sonra haber geldi ki, bu şahıs sultânın huzûruna çıkınca, sultân kendisini gülerek karşıladı ve birkaç nasîhat edip, sonra iltifât göstererek ona hil'at verdi.

48—Sultân-zâdelerin birini, zemânın pâdişâhı zindâna atdırdı. Pâdişâh onun öldürülmesini istiyordu. O zavallı her tarafa baş vurdu. Evliyâdan da yardım istedi. O sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri Akraya gelmişlerdi. Zindânda üzgün bir hâlde bulunan bu zât, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri vâsıtası ile kendisinin kurtulması için, husûsî teveccüh ve düâ etmesini rica etdi. Bu talebe gelip tam bir yalvarma ve ısrâr ile, o zâtın isteğini arzetdi. Hazret-i İmâm o gece teveccüh eyledi. Sabâhleyin buyurdu ki: "Ona müjde ulaştır ki, ölümden kurtuldu. En kısa zemânda habsten de çıkacak." O talebe sevinçle bu haberi ona götürdü. FekatSultân-zâde, ızdırâbının ve eleminin çokluğundan bu habere temâmen inanamadı. Allahü teâlânın velî kullarından olan başka bir zâtdan da kurtulması için teveccüh etmesini, bir haberci ile ricâetdi. O velî de; "Üzülmesin! Gördüm ki; Nakşibendî büyüklerinden birinin çengeli geldi. Onun balığını, helâk girdabından çıkardı" dedi. Sultân-zâde o günlerde habsten çıktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden oldu. Bu işe vâsıta olan o zât anlatır: "Hazret-i İmâm onun kurtulacağını buyurduğu zemân; "Gününü söylemeyince, gönlü rahat etmiyor" dedim. Buyurdular ki: "Yarın çıkacak." Söyledikleri gibi oldu, ertesi gün habshâneden kurtuldu."

49—Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "Annesi tarafından Sultân-zâdelerden olan, bu yüksek yolumuzun üstâdlarından birinin oğlu, kulunç hastalığına yakalandı. Günlerce devâmetdi. Doktorlara baş vurdu. Bir fâide göremedi. Çok eziyyetler çekdi. Çok üzüldü. Ne yapacağını, kime baş vuracağını bilemiyor, gece gündüz gözüne uyku girmiyordu. Bu hakîrin tanıdıklarından olan yakınlarından birini, bu fakîre gönderip; "Yolumuzun azîzlerinin büyüklerinden yüksek üstâdınıza, iyi bir zemânda, bu belânın kaldırılması için teveccüh etmelerini arzederseniz, biz ve büyüklerimizin rûhları sizden memnun olur" diye söyledi.Bu haberi getiren fakîr ikindiden sonra geldi. O gece yatsı nemâzından sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini odalarında yalnız bulup, hastanın durumunu anlatıp kendilerinden teveccüh istediğini arzetdim. "İnşâallah elimizden geleni yaparız" buyurdu. Sabâhnemâzının farzını kıldıktan sonra, bizzat kendisi bu fakîri çağırdı. Kulağıma yaklaşıp; "Teheccüd nemâzından sonra, akşam sizin söylediğiniz hastalığın kalkması için düâetdim. Allahü teâlânın yardımı ile o belâ kalktı. Hemen git. Düâmızı o ümitsize ulaştır" buyurdu. Bu fakîr emirlerine uyarak, o şahsın yanına gitdim. Beni görür görmez, yerinden fırladı, boynuma sarıldı ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Hâlbuki, ben dahâ bir kelîme konuşmamış idim. Dedi ki: "Seni ne için gönderdiklerini anladım. Biraz önce, burada olanlara; "Gecenin bitmesine birkaç sâat kalmışdı ki; bu hastalık benden temâmen kalktı. Sanki hiç hasta olmamış gibi bir hâle geldim" demişdim. Yakînen anladım ki, ricâmı onlara arzetmişsiniz. Onlar da bu ânda teheccüd nemâzına kalkmışlar, bu hastalığın kalkmasına düâ ve teveccüh eylemişlerdir. Düâları kabûl edildi. Şimdi müjdesini bana gönderirler diye düşünüyordum." Ben de; "İşin doğrusu temâmen anladığınız, düşündüğünüz gibidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni bu müjdeyi size ulaştırmak için gönderdiler. Elhamdülillah ki, yüksek yaradılışınız ve bağlılığınız sebebi ile yazıya ve habere lüzum göstermediniz" dedim. Bu hâdiseyi gördükten sonra şeyh-zâde, sultân evlâdından olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gelip, tövbe ve inâbetle, talebe olma seâdetine kavuşdu. Muhlislerinden ve sevdiklerinden oldu. Öyle ki, hocasına gelirken dâimâ yaya olarak huzûruna gelir, bu memlekette, bu zemânda, böyle büyük bir zâtın bulunduğuna dâimâ şükrederdi."

50—Hâce Divâne Sûretînin talebesi olan Mevlânâ Muhammed Emîn ağır bir hastalığa tutulmuşdu. Bu hastalığı epey bir zemândevâmetdi. Doktorların tedâvisinden bir fâide görmedi. Hazret-i İmâmın büyüklüğünü duyunca, tam bir yalvarma ile mektûb yazıp, şifâ ve devâ olan düâlarını istirhâm edip, teberrüken bir elbise göndermelerini de yalvararak istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun arzûsu üzerine merhamet edip, bir mektûbu ve teberrüken bir gömleklerini gönderdi.

Mektûb şöyledir:

"Kıymetli oğlum! Kendi üzerinize şefkatli bir anne gibi titremeniz ne zemâna kadar sürecek? Kendiniz için üzülmeniz, dertlenmeniz, ne kadar devâm edecek! Kendini ve herkesi ölü olarak düşünmek, hissiz ve hareketsiz şeyler gibi bilmek lâzımdır. "Elbette sen öleceksin, o kâfirler de ölecekler..."(Zümer-30) âyet-i kerîmedir. Bu birkaç günlük dünyâ hayâtında, çok zikr ederek, kalb hastalığından kurtulmak en mühim işdir. Bu kısa zemânda ma'nevî hastalıkların ilâcı, Allahü teâlâyı hâtırlamakdır. Maksadların en büyüğü olan kalb, Allahtan başkasına tutulursa, ondan ne hayır gelir. Âhırette kalb selâmeti isterler. Rûhun, Allahtan başka şeylerden kurtulmasını ararlar. Bizim gibi dar düşünceliler, dâimâ kalb ve rûhumuzu başka şeylere bağlamak için sebebler aramağı düşünürüz. Heyhat' Heyhat! Ne yapalım. Âyet-i kerîmede meâlen; "Allah onlara zulm etmez, onlar kendilerine zulm ederler"(Âl-i İmrân-117) buyuruldu. Zâhiren olan hastalığınızdan merâk etmeyiniz, inşâallah sıhhate kavuşup tamâmiyle iyi olacaksınız. Bu fakîrden elbise istemişdiniz. Bir gömlek gönderdim. Giyiniz ve çok bereketli olan netîce ve semerelerini bekleyiniz. Allah yolunda gidenlere selâmlar olsun. Beyt:

"Efsâne gibi okuyanlara efsânedir
Kıymetini bilene, bahâsız hazînedir."

Mevlânâ Muhammed Emîn, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin gönderdiği gömleği giydi. Onun düâsı bereketiyle senelerce devâm eden o hastalıkdan kurtuldu. Gelip talebelerinden oldu.

51—Talebelerinden fazîlet sâhibi bir zât şöyle anlatmışdır: "Benim İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olmamın sebebi şudur: Çok sevdiğim bir akrabam vardı. Ağır hastalığa tutuldu. Çok doktorlara gitdi, ilâç kullandı. Fekat bir fâide görmedi. Bir kimseden, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ismini ve büyüklüğünü duydum. Huzûruna gidip, teveccühlerini istirhâm etdim. Fâtiha okudu ve husûsî odasına gitdi. Biraz sonra çıkıp; "Hastası için bizden şifâ isteyen ilim talebesi nerededir" deyip, beni çağırdı. Hemen huzûruna gitdim. "Gelin, af ve mağfiret olunması için Fâtiha okuyalım!" dedi. Sonra ben şaşkın ve üzgün olarak, Serhendden birkaç kilometre uzakta bulunan köyüme döndüm. Yolda, kendi kendime dedim ki: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Fâtiha okuyalım buyurarak, Fâtiha okumasından bu akrabamın vefât etdiği anlaşılıyor. Eğer böyle ise, bu çok büyük bir hârikadır. Muhakkak gelip, talebesi olmalıyım." Eve geldiğim zemân gördüm ki, akrabam vefât etmiş, yıkamış ve gömmüşlerdi. Hesâb etdim. Tam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni çağırıp; "Af ve mağfireti için Fâtiha okuyalım" buyurduğu sırada vefât etmişdi. Ben bu sebeble, o büyük İmâmın talebelerinden oldum."

52—Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir azîzden işitdim, şöyle buyurdu. "Mühim bir iş için Lâhor şehrinden, Burhânpûr şehrine gitmişdim. Serhende gelip, hazret-i İmâmın ellerini öpmekle şereflendiğim zemân hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüt ediyorum. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Çok mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşâallah hayırlısı olur" buyurdu. Emîrlerine uyarak yola çıkdım. Henüz iki üç konak gitmişdim ki, hastalığım artdı. Bir gece böyle devâmetdi. Bu hastalığın şiddetli zemânında kendi kendime; "Onlar bana; "Gidin bunda hayır vardır" buyurdu dedim." Hâlbuki hastalığım çok artdı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnasında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü'yâda gördüm. "Hiç üzülme, şifâ bulacaksın yola devâm et" buyurdu. Sabâh olunca, o hastalıkdan hiçbir eser kalmadığını gördüm. Delhiye gelince, orada bir dostum bana Hâre (bir şehir) helvâsı ikrâm etdi. Bunu yiyince, o hastalık dahâ şiddetli olarak tekrâr bana geldi. Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerem ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım. İki gün geçmeden, hazret-i İmâmın huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri, âniden kapıdan içeri girdi. "Hayırdır, inşâallah" dedim. Dedi ki: "Beni İmâm-ı Rabbânî hazretleri gönderdi. "Git, filân dostunun yanında bulun, şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı olup, berâber bulunursunuz" buyurdu. "Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım sırada bir torba şifalı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte getirdim." Ben dedim ki: "Bu otları İmâm-ı Rabbânî hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi için ilâç olarak göndermişdir. Bu otları ezip, suyunu içmeliyim." Doktorlar; "Sıtmanın şiddetli zemânında, tatlı ve soğuk yenmez, içilmez" deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara; İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunları benim için gönderdi içeceğim" dedim. İster istemez o otları ezip şerbet yapdılar. İçer içmez, hastalığımın yarısının geçtiğini anladım. Ertesi gün kalan otların da suyunu çıkarıp içdim. O hastalık ve sıtma temâmen geçdi. Orada bulunanlar, bu hâdise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlılıkları kuvvetlendi."

53—Dekken memleketinde bulunan bir zât vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini henüz görmemişdi. Fekat uzakdan tanımış ve sohbetine kavuşmayı çok arzû ediyordu. Arzûsunun çokluğundan; "Uzakda kalan ve o ni'metlerden mahrûm olan bu garîbe imdâd ediniz" şeklinde bir mektûb yazdı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu mektûbu okuyup, ona cevâb olarak yazdığı mektûbda şöyle buyurdu:"Mektûbunuzu okurken, o diyârdaki nûrâniyyetinizin fazlalığını gördüm ve ümmîdim artdı. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun." O zât bu müjdelerle dolu mektûbun gelişinden bir sene sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Bir müddet o kapıda hizmet etdi ve çok iyi muâmele gördü. Sonra tekrâr, Dekkene gitdi. Dekkene döndükten sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin müjdesi zâhir oldu. Binlerce tâlib onun yardımı ile Ahrâriyye yoluna girdi. Bir çokları, hâl ve zevklere kavuşdu. Birçok fâsık tövbe edip, doğru yola girdi. Onun bu hâlini, İmâm-ı Rabbânî hazretleri dahâ önceden görmüş ve haber vermişdi. Mısra:

"Kalbler, uzağı gören gözüne, esîr olsun."

54—Dekkende emrinde binlerce insan olan, bir Vâlî vardı. Bu Vâlî sâlihleri, âlimleri, ârifleri severdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de çok bağlılığı ve muhabbeti vardı. Âniden eyâlet başkanlığından azledildi. Zemânın sultânı, onun ve çocuklarının hakkında gayet kötü düşünüyor, hattâ öldürmek bile istiyordu. O Vâlînin tanıdıklarından olan, Mir Muhammed Nu'mân onun hâlini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûb yazarak arzetdi. Husûsî yardımlarını istirhâm edip, tekrâr aynı makâma gelmesini ve sultân tarafından gelecek belâlardan muhafaza edilmesi için düâ istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna şöyle cevâb yazdı: "Mektûbunuzu okurken o hân (Vâlî) gözümde, pek yüksek göründü. Onun hakkında hiç merâk etmeyiniz." Bu mektûb, Mir Muhammed Nu'mân'a ulaşınca, mektûbu Vâlîye gönderdi. O da buna çok sevindi şükretdi ve dedi ki: "Sultânın, yoktan yere beni bu kadar fenâ tanıması ve beni bu hâle düşürmesi bana çok ağır geliyor. Hasedçiler, sultâna benim hakkımda çok yalanlar söylemişler ve yazmışlar. Bununla berâber büyük velîlerin, eşsiz âriflerin teveccühlerine temâmen inanıyorum ve güveniyorum." Bu mektûbun yazılmasından on-oniki gün sonra, sultân yaptığına pişman oldu. Tekrâr merhamet ve şefkat edip, o eyâlet ve memleketi Vâlînin emrine verdi. Eskisinden dahâ çok ihsân ve iltifât eyledi.

55—İnsanları doğru yola getirmek için çok çalışan bir âlim, muhabbet ve tam bir aşk ile, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dergâhına koşdu. Huzûruna gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yeni gelenlere, bilhassa şeyhlere ve âlimlere karşı gösterdiği neş'eyi, tevâzu ve muhabbeti bu kişiye göstermedi. Ba'zı üstün talebeleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; "Bu zât, meşhûr âlimlerdendir" diye arzedip; "Tam bir ihlâs ile, çok uzakdan huzûrunuza geldi. Ona, merhamet buyurun" dediler. Buyurdu ki: "Evet, öyle düşünüyorduk. Fekat, alnında açık bir yazı ile "münkir" kelîmesinin yazılı olduğunu görüyorum. Ne yapalım!" Talebeleri bundan dolayı şaşırdılar. Bir müddet onların yanında kaldı. Zemânla İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin keşf ve firâsetlerinin temâmen doğru olduğu anlaşıldı. Çünkü Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem"; "Mü'minin firâsetinden korkunuz, çünkü o Allahın nûru ile bakar" buyurmaktadır.

56—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden azîz bir zât şöyle anlatmışdır: "Dahâ hocamın huzûru ile şereflenmemişdim. Bir mektûb gönderip; "Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" eshâbının bir sohbetle, eshâbdan olmayan, en büyük evliyâdan dahâ üstün olmalarının sebebi nedir? Yoksa bir sohbetde evliyâda hâsıl olan bütün hâllerden dahâ üstün bir hâl mi elde ediyorlardı" diye sordum. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunun cevâbında; "Bu suâlinizin cevâbı sohbete, hizmete ya'nî berâber bulunmağa ve görüşmeğe bağlıdır" diye yazdılar. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrları, hizmetleri ve sohbetleri ile şereflendim. Dahâ ilk sohbetde, öyle hâllere kavuşdum ki, açıklamaya ve beyâna sığmaz.

57—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri şöyle anlatmışdır: "Gönül sâhibi bir seyyid, birgün İmâm-ı Rabbânînin huzûrlarına geldi. Seyyidi, öyle bir hâl kaplamışdı ki, yanında oturan onun kalbinin; "Allah! Allah!" dediğini duyardı. Hele uyuduğu zemân kalbinin bu zikri iki kat fazla duyulurdu. Zemânın meşâyıhından, kemâle ve olgunluğa gelmeden icâzet almışdı. Bu icâzetin hakkıyla verilmemiş olduğu anlaşıldı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden de izin ve icâzet almak istiyordu. Onun kalbinin zikretmesi ve isteği üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Mubârek bir zât olduğu anlaşılıyor. Ama bu hadde varan kalb zikrinin istilâsından ve hakkıyla verilmemiş olan o icâzetlerden dolayı olan düşünceleri, onun ilerleme yolunu kesiyor. Ona yapılacak ilâç, bu hâllerini yok etmektir." İki gün geçmeden, o kalbe âid zikr kendisinden öyle alındı ki, her ne kadar kendini zorlasa bile zikr edemedi. Şaştı kaldı. Ağlamağa, inlemeğe, feryâd etmeğe başlayıp, çok göz yaşları döktü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birkaç gün içinde, teveccühü ile onu eritdi ve onun gurûrunu kökünden kazıdı. Sonra onu çağırıp, tasavvufda gizli hâller ile süsledi, hâllendirdi ve buyurdu ki: "Kalb hâlleri, kalbe âid ve kökleşmiş olmalıdır."

58—İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl ve keşf sâhibi küçük kardeşleri ve kıymetli talebesi Şeyh Muhammed Mes'ûd, geçim için ihtiyâcını gidermek maksadıyla, Kandehâr şehrine ticârete gitmişdi. O günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir sabâh huzûrlarında bulunan hizmetçilerine şöyle buyurdu: "Ne garîb iştir. Kardeşim Muhammed Mes'ûd'un nerede olduğunu öğrenmek için teveccüh eyledim. Keşf gözü ile her ne kadar aradıysam, hiçbir yerde bulamadım. Bundan sonra dahâ dikkatli teveccüh eyledim, ölmüş ve henüz gömülmüş olan yeni mezârını gördüm." Dinleyenler hayretler içerisinde kaldılar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunu söylemesinden bir müddet sonra, kardeşinin berâbergitdiği arkadaşları geldiler ve onun Kandehârda vefât etdiğini söylediler.

59—İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir def'asında Ecmîr şehrine gitmişdi. Bu sırada mubârek Ramezân ayı gelmişdi. Âdeti üzere terâvîh nemâzlarında, Kur'ân-ı kerîmi hatm etmeğe başladı. Birinci gece yağmur yağdığı için küçük bir mescidde nemâzı kıldılar. Çok sıkışık oldu. Ba'zı kimselerden onlara sıkıntı ve eziyyet geldi. Nemâzı bitirdikden sonra, buyurdu ki: "İnşâallah hatmlerimizi bitiririz. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ile geceleri yağmur yağmayıp, mescidin avlusunda terâvîh nemâzı kılarsak ne büyük bir ni'met olur." Muhammed Hâşim-i Keşmî bundan sonrasını şöyle anlatmışdır: "Bu fakîr, bir arkadaşıma; "Ne söylediklerini duydun mu? Ramezânın sonuna kadar bir dahâ yağmur görmeyeceğiz, inşâallah" dedim. Dördüncü hatmi bitirdikleri Ramezân-ı şerîfin yirmiyedinci gecesine kadar, gece yağmur yağmadı. Bu da onların büyük bir kerâmeti idi."

60—Yine Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "Terâvîh nemâzı kıldığımız o mescidin, bir duvarı sağlam, yapılmamışdı ve bir tarafa doğru eğilmişdi. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrâfında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: "Bu duvar, bu fakîrler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; "Bizim şakamız ciddîdir" buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmâm-ı Rabbânî hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gitdikten sonra bir bahâne ile bir sâat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılmasını ta'kib ediyordum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birdenbire yıkılıverdi."

61—Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lâhor şehrine gitdikleri zemân bir gece, yatsı nemâzını kıldıktan sonra eski bir binânın yanında durup; "Sakın kimse bu binânın yanında bulunmasın!" dedi. O gece yağmur yağacak ve fırtına esecek bir durum gözükmüyordu. Tecrübeli bir şahıs bana; "Diğer eski binâlar bundan kurtulacak da, bu binânın kabahati nedir ki, yıkılacak" dedi. Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, o binââniden yıkıldı. Bu binâda bir kadın yatıyordu. Ev onun başına çöktü. Yakın olan birisinin ayağına da bir tuğla düştü. Kadını görenler ezildi ve öldü zannederlerdi. Hazret-i İmâm; "Biz bu gece burada kimse kalmasın demedik mi?" buyurdular. O kadını oradan çıkardıkları zemân, üzerinde bir yara ve incinme görülmedi, bir zarar görmemişdi."

62—O zemânın sultânının üçüncü oğlu, diğer kardeşlerinden çok dahâ olgun ve aralarında seçkin bir durumda idi. Babasına isyân etmişdi. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücum etdiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri deruhte eden büyük bir kumandan, bu harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçdi. Diğer kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin sevgisini kazanmışdı. İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslimânları himâye ediyordu. Zemânın evliyâsının büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine mektûb yazıp; "Delhi'de bulunan velîler ve büyükler keşf ve vâkı'alarla gâlibiyetin ve nusretin şehzâde tarafında olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu husûsda ne buyururlar" dediler: İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında; "Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fekat sonunda şehzâdenin kazanacağını temâmen görüyorum" buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar diğerleri devleti idâre edip, sonra Allahü teâlâ kardeşler arasında sultânlığı ona (Şâh Cihân bin Cihângîre) nasîb etdi. Babasının vekîli olarak onun makâmına geçdi. Allahü teâlâ, bu sultâna Hindistânı adâlet ve ihsânla dolduran bir pâdişâhlık nasîb eyledi. Bu pâdişâh sayesinde memleket başka nizâma girdi. Ârifler ve âlimler bambaşka hürmet gördüler. Dîne üstün hizmetler yapıldı.